Kasım 12, 2024

nasıl başa çıkılır siz söyleyin

...

kötülük doluydu insanlarımız o günlerde 

şimdi nasıllar bilemeyeceğim desem de 

bilmekteyim bilmekteyim 

yok korkmuyorum söylemekten de 

yetim yurtlarında seksen kiloluk götgöbek heriflerin hortumla döverek bayılttığı yavrularımızı, hiçbir şey bilmez yaşta ırzına geçilenleri, satılan fahişe çocukları, diri diri gömülen kızları, sevgi yuvası’ndaki bi damla evlatların nasıl yumruklandığını amatör boksörlerce 

ve hele 

ağlayan aç bebeleri bacağından yakalayıp duvara çalan canavar bakıcılarını küresel liberal müslüman türkiye'nin 

ya da müslüman küresel liberal türkiye'nin 

başpiskopos görmezden

alçaklığı 

işte alçaklık taşlarıyla donatılacak bir ülkedesin 

ve nasıl başa çıkılır siz söyleyin 

sevgili insanlar 

ben nasıl ömür boyu bunca zebaniyi seyrederken 

yitirmedim aklımı sorarım size 

yoksa yitirdim mi? 

şimdiki eşim hastasın sen yavrum

diyor bana ısrarla 

bir tek ben mi deliyim bu ülkede 

ya siz 

...

Leyla Erbil, Kalan (2012), s.32-33

 

“İzmir'de sobadan çıkan yangında 5 kardeş hayatını kaybetti.” 

Dünden beri bu veya benzeri yazdı haber başlıklarında; Fadime Nefes (5), Funda Peri (4), Aslan Miraç (3), Masal Işık (2) ve Aras Bulut Akcan (1) için. Narin (8)’in katilleri hâlâ bulunmadı. Şişli’de mezarlıkta 10 gün önce Şirin (6) öldürüldü. Bunlar şimdilik bildiklerim(iz).

Sabahtan beri yüksek nabzımla oturduğum yerde nefes alırken bile zorlanıyorum. Sanki kalbimi kusuyorum. Üç kuruşluk dünyanın varoluşundan beri kanla kaplı olduğunu, insan olmanın başta vahşeti kapsadığını bilmek de sakinleştirmiyor. Avuçlarında çocukların, bebeklerin soğumamış kanı varken…

Bundan on yıl önceye gidiyorum. Boşluk Fanzin’in ikinci sayısı için “Üçüncü Sayfa Haberleri” ile ilgili yazmıştık. O günlerde Medine Memi (16) hakkındaki tüm haberleri okumuştum; babası ve dedesi tarafından diri diri kümese gömülüp öldürülmüştü, otopsi sırasında ciğerlerinden ve midesinden toprak çıkarmışlardı.

Dönüp dönüp o sayı için neler yazdığıma ve okuduğuma bakıyorum bugün. Yine kalbimi kusuyorum sonra.

Üzerimdeki yas yıllardır dinmedi.

Temmuz 24, 2019

Geç oldu artık.


Bileklerimden astım kendimi 
Gözümün yaşı akarken silmiş alnımın yazısını
Asla düşlenememiş bir geçmişi yaşamak uğruna şimdi
Geleceğimin anılarını kazıyorum ellerimin ayalarından
Sığındığım urganın ilmeğinden süzülen saçlarımla
Parmak uçlarımı okşuyorum kesik yerlerinden

Geç oldu artık, lütfen beni uyut. 

Mayıs 01, 2019

Aniden gelen düşüncelerimin gerçekliğiyle savaşmak yerine onları yazdım.

(Kendi kendime söylenmeyi bırakarak buraya yazmaya karar verdim, bunca zaman sonra.)

Neden itiraf etmeden duramıyoruz? Neden kimse bize nedenleri sormazken biz nedenleri kendiliğimizden açıklama ihtiyacıyla doluyoruz? Kimsenin açıklamaları dinlemediği fakat sürekli kendileri kendi dertlerini açıklamayla dolup taşarlarken bunun farkında olanlar da aynısını farklı yollarla yapma eğilimiyle uyanıyoruz?


Çok ama çok uzun zamandır koluma sepet gibi taktığım bir işle uğraşıyorum geceli gündüzlü. Bazen onu yapmaya dair tek satır ilerleyemesem de zihnim ve ruhum kendine es vermeden ona dair düşüncelerle köpürüyor kaynayan bir süt gibi. Düşüncelerim alev gibi yoğunlaştıkça taşıyorum, tüm ocak süte bulanıyor, mutfak süt yanığı kokuyor. Kendimi nasıl ifade etmem gerektiğini bulamıyorum.



Daha önce böyle yol ayrımlarına gelmişimdir elbette, hatta şu an hatırlamıyorum muhtemelen çoğunu. Fakat şu bitirmeyi umduğum tez tam 2012 şubatından beri beni kendine yâr etti. Vazgeçsem olmuyor, bitirmeye de elim gitmiyor.


Sızlanmadan geçirmem gereken zamanlar fakat halet-i ruhiyemin beni ani duygu kırılmalarıyla sınaması durumu zorlaştırıyor. Eskiden "günde dört mevsim değiştiriyorum" derdim bu hallerime ama artık bedenim bu ritmi kaldıramıyor açıkçası, yaşlanmak mı bu acaba?

Oysa böyle nice satır yazmak istiyorum, özgürce. Ve yine oysa bu teze başladığımda da özgürlüğüm için seçmiştim bu konuyu. Özgürlüğü ve köleliği düşüncelerimizde yaratıp söndürebiliyor muyduk aniden? Neden durmadan sadece sorular sormak istiyorum kimsenin cevaplamaya yeltenmeyeceği? Hem de kimselerin okumadığı ve okumayacağı buralara neden tekrar uğruyorum acaba?


Bugün mayısın biri. Ben sızlanmaları terk edip kendime inancımı en derin depolarımdan çıkararak yoluma devam edebilmeliyim artık. Yoksa hayatta kalmış olmamın bu 4 senenin sonunda hiçbir yararı olmayacak. Bari geçmişten gelen ne varsa süpüreyim artık, yüklerin fazlasını atayım. Kendi köleliğime son vereyim zihnimin kuyusundaki. Olmayacak çünkü böyle daha fazla, ölmesini beceremediysem yaşamanın hakkından gelebilmeliyim.


Aralık 12, 2017

Hiç_

Karlı bir kış gecesiydi düşünceler beni sardığında, yılbaşından üç gün sonrası. Bir apartmanın sekizinci katındaki eşyalı dairemizdeydim. Açıkçası düşüncelerimde kayboluşlarım daha eskiye dayansa da kaybolmak nefes almak gibi normaldi benim için yıllardır. Ama içimdeki tartışmalar o gece çok başka bir yere geldi. Çok aniydi. Başlarda, yorgun bir günbitiminde başlayan kar yağışını dondurucu soğuktaki balkonumuzdan izlemek iyi gelmişti. Sıcak bir kahveyle beraber düşen kar tanelerini izlemek dinginlik vermişti. Ta ki havanın karanlığının çöküp beni bambaşka anlara götürmesine karşı çıkamayana dek.

benim de ölümüm gelip çatacak bir gün
ışık dalgalarıyla parıldayan bir baharda
uzak ve dumanlı bir kışta
ya da feryat figandan arınmış bir hazanda
_Furuğ 

(Kış bebeğiyim ben. Oldukça kar yağışlı bir günde, annem misafirliğe giderken daha fazla dayanamamışım karnında. Ne acelem varmış bu dünyaya gelmek için inanın bilmiyorum. Oldu işte bir defa ki bu satırları dahi yazacak birine dönüştüm, geri dönemiyorum.)



Bir salonu ve açık mutfağıyla bir yatak odasına sahip olan dairemizde bize ait en yoğun şeyler kitaplardı. Onlar da olmasa benim ben olmadığımdan emin olacaktım. Muhtemelen o bulantım da çok daha öncesinde başlayacaktı.

Zamandaki an parçasının minnacık bir yerinde tutan bir iç çekilmesiydi benimki. Aslında hiç aklımdan çıkmayan fakat -an parçalarının bazılarında- beni bayıltacak hale getiren ölüm düşüncesiydi içimi tüketen. Üstelik keşke kendi ölümüm olsaydı dediğim bir ölüm bu. Annemin yokluğunun yüz seksen üçüncü gecesiydi o gece.

Bulantı'yı uzun zaman önce okumuştum. Varoluş sancısı çektiğim zamanlarda oradakine yakın hisleri de yaşamıştım. Hiçbiri o geceki kardan tiksinişimin raddesine ulaşamazdı. Balkon camından dışarıya doğru sarkarak yakmıştım sigaramı. Günlerdir doğru dürüst uyku uyuyamamıştım. Ama sanki bir sürü taş yutmuşum gibi geçen yüz seksen üç günde benliğiminin konuşmaları iyice değersizleşmişti. Saatlerce boş bir sayfaya, bir duvara ya da öyleyce boşluğa bakabiliyordum. İşte öylece kar yağışını izlemeye daldım ardı ardına çekilen sigara nefesleriyle. Bütün Ankara bembeyaz olmuştu. Saat oldukça geçe vurduğu için hiç ayak izi de yoktu.

"Yarın annemle karda yürüyelim." diye geçmişti içimden. Minnacık bir an parçası. Kahreden bir an parçası. Tüm yaşamımı mahfeden an parçalarının en derini. Beni ayak bileğimden çeken bir an parçası.

Ve o fark ediş; bu yağan karın toprak üzerini kaplaması ile onun üşüyeceği düşüncesi. Buz gibi havada onu yalnız bırakmışlık hissi. Düşen her kar tanesine duyulan nefret. Domino taşlarının yıkılışı kadar hızlı geçen diğer tüm boğulma anları. Aniden öğürmeler ve kardan tiksinti. Olduğun yere çökme ve hıçkırıklar. Aylarca -yıllarca-  süren etkisi.

Artan bir ivmeyle özlüyorum. Hiç geçmedi. Hiç geçmeyecek. Hiç bitmeyecek. Hiç olmayacak. Hiç dinmeyecek.


Hiç.
Hiç.
Hiç.



,